Bugün ezelden beri süregelen bir savaştan bahsedeceğim sizlere. Sadece belli bir coğrafyaya özgü olmayan neredeyse bütün dünyanın iyi veya kötü taraf olduğu bir savaş maalesef. Savaşın bütün dünyada var olmasına karşın savaş sadece iki tarafa sahip. Farklı ittifaklar olmadan sadece iki taraf. Savaşı başlatan taraf diğer tarafın sahip olduğu doğal haklara, iş gücüne, insani yaşayış biçimine sahip olmak isteyen insanlardan oluşmakta. Diğer tarafta yani savaş başlatılan taraf ise düzenin bozulmamasını isteyen savaşan bu inançlı insanları susturmayı, bastırmayı, yok saymayı hedefleyen despot insanlardan oluşmaktadır. Söze böyle başlayınca eminim hepinizin aklına köleler ve efendileri ya da sömürülenler ve sömürenler geldi ama savaşın tarafları bu ikisi de değil. Bu kadim savaşın tarafları kadın haklarını savunanlar ve bunları reddenlerden ibaret. Savaşın sonucundan önce gelin sebebini inceleyelim sizlerle. “KADIN HAKLARI” eskilerin deyimiyle bunca tantananın, savaşın, çığlığın asıl nedeni. Peki kadın hakları neydi? Öncelikle şunu belirtmek isterim ki kanaatimce bizim de birçok kadın hakları savunucusu gibi kadın hakları ibaresi yerine kadının insan hakları ibaresini kullanmamız gerekmektedir. Kullanmamız gereken bu ibare kadının insanlığına vurgu yapmakta ayrıca kadınların mücadelesini verdiği bu hak savaşında kadınların ekstra haklara sahip olma isteminde değil kadının insan olmasından kaynaklanan haklarının kullanması, kullanabilmesi savaşı olduğunu gözler önüne sermektedir. Biz bu yazımızda kadının insan hakları mücadelesini ve gelişimini şu başlıklar altında ele alacağız;
KADININ İNSAN HAKLARI MÜCADELESİNİN DOĞUMU
TÜRK KADINININ İNSAN HAKLARI MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ
KADININ İNSAN HAKLARI MÜCADELESİNİN TÜRK ANAYASAL DÜZENİNDE YER EDİNMESİ
Kadının insan hakları mücadelesinin doğumu hayatımıza hak, hukuk, eşitlik, adalet, özgürlük gibi kavramların yerleştiği Fransız Devrimine dayanmaktadır.
Kadının insan hakları mücadelesi 1791 yılında Olympe GOUGES tarafından yayımlanan Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’ne kadar geriler. Olympe GOUGES ilk kadın hakları savunucularındandır. Aynı zamanda Fransız sosyal reformcudur. Toplumda yer edinmiş geleneksel ve zehirli düşünceler başta olmak üzere kadına toplumda giydirilmiş olan toplumsal cinsiyet kıyafeti sonucunda kadına layık görülen sosyal konuma şiddetle karşı çıkan bir yazardır. En ünlü sözlerinden biri “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” olan böylesi güçlü bir kadının kürsü hakkını kullanamadan 1791 yılında yayımladığı bildiriden yaklaşık iki yıl sonra 1793 yılında Fransa’da giyotinle idam edilmiş olması manidardır. İdamına sebep olan ve bu kadar korktukları Kadın ve Kadın Yurttaş Bildirisi toplam 17 maddeden oluşmaktadır. Bu 17 madde mülkiyet hakkından tutun da yargılanma hakkına kadar kadının insan olmasından kaynaklı olarak sahip olduğu fakat toplum sebebiyle kullanamadığı birçok hak ve menfaati içermektedir. “Kadınlar özgür doğar ve erkeklerle hak bakımından eşittir.” bu cümle bildirinin ilk cümlesidir. Kanaatimce bu savaşın daha o yıllarda söylenmiş ilk sloganı olan bu cümle bildirinin en önemli maddesidir. Şu an bile kadınların haklı mücadelelerinin temel taşlarından birisini oluşturmaktadır. Bu bildirinin yayımlanmasından yaklaşık yarım asır sonra Fransız kadınlar 1831 ve 1848 devrimleri sırasında seçme ve seçilme hakkının talebinde bulunmuşlardır. Yani savaşın kıvılcımları artık resmen Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Ne var ki bu devrimler sonrası kadınlar yeni haklar elde edememekle birlikte maalesef ellerinde olan birçok hakkı kaybetmişlerdir. Lakin unutmayın ki yılmayacak olan kadın mücadelesinin savaş kıvılcımları artık çoktan ortaya çıkmıştır.
Avrupa’da bu şekilde ortaya çıkan savaş kıvılcımlarının Ortadoğu’da ortaya çıkışı nasıl oldu peki?
Ortadoğu toplumlarında kadın hareketlerinin baş göstermesi ise o dönemde Ortadoğu toplumlarının bağlı olduğu Osmanlı’nın modernleşme ve gelişme sürecinin içerisinde gerçekleşmiştir.
Mısır, Ortadoğu coğrafyasında özellikle Arap ülkeleri arasında kadın hareketinin çıkış noktası olarak kabul edilmektedir. Elbette ki bunun en önemli sebebi 6 Mart 1923 tarihinde Mısır kadın hareketinin öncüsü sayılan Hüda ŞARAVİ tarafından Mısır Feminist Birliği’nin kurulmasıdır. Hüda ŞARAVİ tarafından başlatılan Mısır kadın hareketleri kendisine kılavuz olarak Türkiye’yi ve özellikle Mustafa Kemal ATATÜRK’ü seçmiştir. Hüda ŞARAVİ kadın hareketi mücadelesini sadece kendi ülke sınırları içerisinde tutmamış arkadaşlarıyla birlikte katıldıkları uluslararası konferanslarla da bu mücadelelerini hem kurumsallaştırmış hem de uluslararası hale getirmiştir. Bunun örneği ise ŞARAVİ’nin kanaatimce Mısır kadın hareketinin en cesur protestosu olan “peçe eylemi” protestosunu 1923 yılında Roma’da toplanan Uluslararası Kadın Birliği’nin 9. Kongresinin dönüşünde Kahire Tren İstasyonu’nda trenden inerken gerçekleştirmişlerdir. ŞARAVİ ve arkadaşları birlikte yüzlerindeki o dönem yaşadıkları bölgede namusu simgeleyen peçelerini çıkarmış ve tren istasyonunda o şekilde gezmişlerdir. Bu cesur eylem büyük yankı uyandırmıştır. İlerleyen süreçlerde Hüda ŞARAVİ Türk kadınının kazandığı siyasal haklardan cesaret alarak siyasi hakların kazanılması için yoğun çaba göstermesine karşın içinde bulunduğu toplum ve o dönemlerde patlak veren 2. Dünya Savaşı sebebiyle bu haklara maalesef Mısırlı kadınlar ancak 1956 yıllında kavuşabilmiştir. Gerçi mısırın içinde bulunduğu Ordadoğu toplumlarında günümüzde bile kadının siyasal hakları kadar kutsal hatta belki daha kutsal olan kadının insani haklarının kadınlara verilip verilmemesi gerektiği konusu tartışılırken siyasi haklar için 1956 üzülerek söylüyorum ki geç gelmiyor kulağa. Size Türk kadın hareketlerinden etkilenen Hüda ŞARAVİ’nin Türk kadınıyla buluşmasından bahsetmek istiyorum. 1935 yılı Türk Kadın Hareketi için oldukça önemliydi çünkü Uluslararası Kadınlar Birliği ya da 1935 Türkçesiyle “Arsıulusal Kadınlar Birliği” 12. Kongresini İstanbul’da düzenlenmiştir. Hüda ŞARAVİ ve arkadaşları kendilerine kadının insan hakları mücadelesinde kılavuz seçtikleri ve mücadelelerinde örnek onlara teşkil eden Türkiye’yi görmek ve kongreye katılmak için büyük bir heyecan duymuşlardır. Kongreden yaklaşık 13 gün önce Türkiye’ye gelen mısırlı heyet komisyonlarda aktif rol almış heyet başkanı ŞARAVİ ise gerek yaptığı konuşmalarla gerek gazetecilere verdiği röportajlarla ön plana çıkmıştır. Kongre bitiminde muhakkak Mustafa Kemal’i görmek isteyen ŞARAVİ bu görüşme sonrası memleketine dönmüştür. ŞARAVİ kendi anılarını yazdığı kitabında Türkiye’ye ithafen Mustafa Kemal hakkında şu cümleyi sarf etmiştir: “Siz ona ATATÜRK diyorsunuz biz onu ATAŞARK olarak anarız.” Belki de bu cümle özetliyordur onların da bu zorlu mücadelesinin görünmez mimarının Mustafa Kemal olduğunu. Beni her okuduğumda, duyduğumda gururlandıran ŞARAVİ’nin o cümlesi size şunu hatırlatmalı Mustafa Kemal’in yaptığı her inkılap sadece içinde yaşadığı Türkiye Cumhuriyeti için yapılmış yenilikler değil gelişmesi, modernleşmesi gereken fakat yaşadığı savaşlarla veya yönetimleri sebebiyle yorulmuş, yıpranmış ve birçok haktan mahrum bırakılmış her millet için yapılan inkılaplardır. Belki adını bile bilmediğimiz birçok milletin sessiz çığlığının yer yüzündeki yankılanmasıdır yani bunca yenilik. Ortadoğu toplumlarında kadının insan hakları mücadelesinin ortaya çıkışı bu şekilde olmuştur.
Peki başta Ortadoğu olmak üzere birçok kadın hareketine öncülük eden Türk kadınının kadının insan hakları mücadelesi tarihte nasıl cereyan etmiştir?
Bu noktada size hem Türk toplumunda kadının insan hakları mücadelesini hem de Türk kadınının kadının insan hakları mücadelesinin gelişiminden bahsedeceğim çünkü Türk kadınının bu kadim mücadelesin kesin bir başlangıcı ve bitişi olmamıştır. Bu yüzden iki konu başlığını da birlikte anlatmak bu mücadelenin anlatışı açısından daha rahat olacaktır. Türk kadınının kadının insan hakları mücadelesini 4 başlık altında ele almamız gerektiğine inanmaktayım.
- İslamiyet’ten önceki Türk toplumunda kadının insan hakları
- Osmanlı toplumunda kadının insan hakları
- Cumhuriyet sürecinde kadının insan hakları
- Günümüzde kadının insan hakları
Türk toplumlarının var oluşlarından beri kadını aşağı bir varlık olarak görmedikleri aşikardır. İslamiyet’ten önceki Orta-asya Türk topluluklarında yarı göçebe hayat anlayışından dolayı cinsiyetler arasında oldukça geniş bir eşitlik anlayışının bulunduğu su götürmez bir gerçekliktir. Türklerin bu dönemleriyle ilgili çok az yazılı kaynak olmasına rağmen hem elde edilen bilgiler hem de Orta-asya Türk toplumlarından günümüze kadar ulaşan ve uzun yıllar varlığını koruyacak olan gelenekler bu eşitliğin bariz örneklerini taşımaktadır. Türk topluluklarında kadın toplumsal hayatta önce ailede sonra ticaret ve yönetimde etkili görevler üstlenmiştir. Yönetimde bulundukları için “Bozkırın Asenaları” olarak nitelendirilen türk kadının kağanlık görevini yapması, huzuruna elçi kabul edebilmesi kanaatimce bu eşitlik algısının en somut örneklerindendir. Türk toplumlarında toplumsal düzeni sağlayan yazısız olan kurallar mevcuttur yani Türk töresi. Türk töresinde kadının hukuki hakları erkekten çok da aşağı kalır cinsten değildir özellikle de o zaman dilimi düşünüldüğünde. Bu haklardan bazıları şunlardı; boşanma hakkı, mirastan pay alma hakkı, mülkiyet hakkı, evlat edinme hakkı… Kim bilebilirdi ki daha o eski tarihlerde bile kadının insani hakkı kabul edilen bu hakların yüzyıllar sonra başka milletlerdeki kadınların en basit insani haklarını bile elde etmek için can vermek zorunda olacaklarını…
Osmanlı toplumunda gerek dinsel gerek geleneksel gerek maruz kaldıkları komşu kültürler sebebiyle kadının toplumsal hayattaki varlığı oldukça kısıtlıdır. Bu tutum Tanzimat Dönemine kadar devam etmiş Tanzimat Döneminin getirdiği eşitlik anlayışı kadın erkek arasındaki eşitsizliğe de yansımıştır fakat bu yansıyış sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Yapılan yenilikler devlet erkanınca var kabul edilmiştir çünkü fermanlarda bu tabirler yazılıydı fakat toplumca yoktu. Yani fermanda var olan sözde eşitlik toplum gözünde kadını ikinci sınıf insanlıktan birinci sınıf insanlığa taşıyamamıştı. Tanzimat Döneminde Osmanlı’da kadınların bulundukları konuma karşı çıkıp onların sahip olması gereken hakları için ilk kez reform önerisinde bulunanlar Jön Türklerdir. O dönemki asıl amaçlarından birisi olan kadının layık olduğu konuma yükselmesini sağlamak olan Jön Türkler bu amaç uğruna çok çaba sarfetmişlerdir. Bu çabalar sonucu kadının toplumdaki konumunu yükseltmek amacıyla reformlar yapılmış maalesef bu reformlar sadece büyük vilayetler için söz konusu olmuştur. Yani Anadolu’nun taşralı kadınları layık oldukları konumdan bir haber yaşamaya devam etmişlerdir, kadını mahrem gören bu yüzden dış dünyadan soyutlayan toplumun içinde. Tanzimat Döneminde yapılan çok önemli birkaç değişiklik mevcuttur. 1847 İrade-i Seniyye ve 1858 Arazi Kanunnamesi ile kız çocuklarına erkek çocuklarıyla eşit miras hakkı, kadınlara kadı önünde evlenme hakkı tanınmıştır. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ebe mektepleri açılmıştır. Bu gelişmeyi orta okullar ve İstanbul’da İnas Sanayi-i Nefise Mektebi ve Dar-ül Malumat gibi kadınların eğitim görebileceği yerlerin açılması takip etmiştir. Tüm bu gelişmeler sonucu Osmanlı kadının ilk meslekleri ebelik ve öğretmenlik olmuştur. Ayrıca 1854 yılında cariyelik ve kölelik kaldırılmış ve kadınların alınıp satılması yasaklanmıştır.
Bu gibi gelişmeler devam ederken II. Meşrutiyet döneminde kadın hakları konusunda Tanzimat döneminin üstüne çok da bir şey koyulamamıştır. Lakin bu süreçte kız çocuklarının eğitim hakları göz önünde tutulmuş ve kızlar için okullar açılmıştır aynı zamanda kadınlar kısıtlı da kamusal alanda çalışma fırsatı elde etmiş ve daha modern kıyafetler giymeye başlamıştır. Bu gelişmeler yaşanırken patlak veren I. Dünya savaşı nedeniyle kadınların toplumdaki konumu kısmende olsa değişmiştir. Erkeklerin cephede savaşmalarından dolayı boşalan birkaç kamusal mevkie kadınlar atanmış, kadınlar fabrikalarda iş imkânı bulmuşlardır. Hukuksal alanda ise 1917 yılında şeri kanunlarda kadınlara yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Ne yazık ki bu düzenlemelerden bazıları Hürriyet ve İtilaf Fıkrası tarafından kaldırılmıştır. Kısacası Osmanlı devletinde II. Murat döneminde hükümdarların haremi olmuş, Kanuni dönemi ile birlikte kadına vurulan “mahremiyet içeren bir varlık” yaftası ile kadın tam anlamıyla toplumdan soyutlanmaya başlamıştır. Bunu takip eden 16. yüzyılda kadınlar ve erkekler orda tanışıyor diye kadınların girmesi yasaklanan kaymakçı dükkanları olmuş ve kadınlardan hiç hazzetmeyen bir hükümdarın (III. Osman) kadınların hafta içi üç gün sokağa çıkmalarının yasaklanmasıyla devam etmiştir kadınların yok sayılama süreçleri. Yani Osmanlı kadını layık olduğu konuma ulaşmak şöyle dursun en başta ifade ettiğim gibi ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmıştır.
Cumhuriyet döneminde kadın hakları ne konumdaydı peki? Gerek cephe savaşırken gerek askerlere silah taşırken gerek mitingler yaparken varını yoğunu ortaya koyan milli mücadele kadını Osmanlı’dan onlara miras kalan bu statüyle mi yaşamalıydı? Ne var ki cumhuriyet dönemi kadının insan hakları konusunda tam bir dönüm noktasıdır. Birçok batılı devletin 200 yıldır yapamadığı düzenlemeler ve yenilikler yaklaşık olarak 10 yıl içinde gerçekleşmiştir. Uzun ve sancılı geçen milli mücadele sürecinden sonra yeni bir devlet kurulmuştu. Lakin bu devletin diğerlerinden farkı kadının aşağı bir varlık olmaması gerektiğine kesinkes inanan bir kurucuya sahip olmasıydı herhalde. Ayrıca artık varlıklarını kanıtlamak isteyen kadınlar vardı. Cumhuriyet Dönemi kadının insan hakları konusundan bahsedeceksek sizlere öncelikle Nezihe MUHİDDİN’den bahsetmem gerekiyor. Osmanlının son dönemlerinde varlıklı bir ailenin kızı olarak doğmuştur. Gazeteci olan MUHİDDİN kadının insan hakları konusunun Cumhuriyet dönemindeki savunucusudur. En çok uğraş verdiği alan ise kadının siyasal hakları noktasındadır. Asıl faaliyet göstermeye başladığı süreç Türkiye’nin kuruluş dönemine denk gelmektedir. MUHİDDİN milli mücadele sürecinde kendini ispat etmiş olan Türk kadınına en uygun hakları getireceğine inandığı Cumhuriyetin kadınlara vereceği her türlü sorumluluğa ve hakka açıklığını her durumda ifade etmiştir. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden 1923 yılının haziran ayında bir toplantı yaparak Kadınlar Halk Fırkası (KHF) adı altında bir iç tüzük hazırlayarak iç işleri bakanlığına yollamıştır. Bu fırkanın asıl hedefi kadının statüsünü yükseltme, kadının siyasal hakları için mücadele etmekti. Bu aslında toplumda yer edinmiş geleneksel düşüncelere meydan okumak için yapılan fevri bir çıkıştı. Fevri çıkış dememin sebebi 1923 yılında mecliste kadınların oy hakkı konusu konuşulurken MUHİDDİN’nin daha cumhuriyet kurulmamışken siyasi hakların kullanılması çabasına girmiş olmasıdır. Maalesef ki bir türlü iç işleri bakanlığından beklediği onayı alamamıştır. Daha kadınlara siyasal haklar verilmemişken kadının siyasi parti kurması söz konusu olamaz savunmasıyla KHF’nin iç tüzüğü içişleri bakanlığınca reddedilmiştir. Bu süreçten sonra kadınının insan hakları konusunda faaliyet göstermek amacıyla MUHİDDİN siyasi oluşum olmayan Türk Kadınlar Birliği’ni kurmuştur. Asıl amacı kadının özgürleşmesi, onlar adına karar verilen bir noktada söz sahibi olmaları, siyasal, toplumsal alanda kabul edilmesi olan bu birliğin istekleri toplumun daha bu tür radikal değişimlere hazır olmaması gerekçesiyle aşırı kabul edilmiştir. Bu kabul edilişte MUHİDDİN için son noktadır zaten. 1927 Kadınlar Birliği kongresindeki garip olay ise MUHİDDİN’in birlik içi muhalefet tarafından aşırı kabul edilmesi sonucu maruz karalama ve iftira propagandasıdır. Bunun üzerine MUHİDDİN birlikten tasfiye edilmiştir. Yani kısacası bir kadın daha haklarını istediği için aşırı kabul edilmiş ve hedefinden uzaklaştırılmıştır. Türk kadınının insan hakları sorunu çok kısa bir süre sonra çözüme kavuşturulmak için çalışılan bir konu olmuştur. 1924 Anayasası ile gündeme gelmişti kadının insan hakları ve özelikle iki cinsiyet arasındaki “eşitlik” fikri.1926 yılında kabul edilen medeni kanun bu fikrin uygulanması ve hukukta yer edinmesi için oldukça önem taşımaktadır. Medeni kanunun kabulü ile birlikte kadın ve erkek arasında gerek hukuki açıdan gerek toplumsal açıdan var olan birçok eşitsizlik ortadan kaldırılmıştır. Örneğin kadına da boşanma hakkı verilmiştir, mirastan eşit hak sahibi olabilmesi sağlanmıştır, velilik durumunda anne ve baba eşit olarak kabul edilmesi sağlanmıştır … Medeni kanun Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk kadınının insani hakları için yapılan ilk reform olma özelliğini taşımaktadır. Hem medeni kanunun olsun hem de yapılan anayasal düzenlemeler olsun Türk kadının layık olduğu konuma her geçen gün daha da yaklaşmasına vesile olmaktadır. En bariz örneklerini hiç kuşkusuz siyasi haklar ve eğitim hakkıydı kanaatimce. Çünkü birisi kadının kendisini geliştirmesini sağlarken diğer ise gelişen kadının kendini anlatmasını beğenmediği şeyleri yüksek sesle söylemesini sağlıyordu. Kadına seçme ve seçilme hakkı 1934 yılında verilmiştir ve ilk uygulaması 1937 yılında gerçekleştirilmiştir ve seçim sonucunda artık Türk kadını mecliste 18 üye ile temsil ediliyordu. Meclis açılış konuşmasına artık “Baylar ve Bayanlar” diyerek başlıyordu, asırlık reformları 10 yılda mucize gibi başaran Mustafa Kemal. Eğitim hakkı Osmanlının modernleşme sürecinde sunulmuştu kadınlara kısıtlı bir şekilde. Cumhuriyet döneminde bu kısıtlı eğitimi düzenleyecek olan inkılap 1924 yıllında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu olmuştu. 1927 yılında kız ve erkek çocuklara eşit haklarla açılan ilk öğretim okullarını orta öğretim ve liseler takip etmiştir. Kuruluşunun 4. yılında asırlardır yok sayılan kadınların varlığı toplumun her kesimine yedirilmeye çalışılmıştır. Fakat diğerlerinin aksine bu kadının topluma kazandırılması durumu usul usul yapılmamıştır. Yaklaşık asırlardır var olmayı bekleyen kadınlara insan olarak doğduğu için sahip olduğu hakları kullanması için biraz daha beklemesi gerektiğini söylemek Cumhuriyet ruhunun zıttıdır. Cumhuriyet dönemini bir sözle bitirmek istiyorum çünkü o söz tüm anlatacaklarımızın temel ruhunu oluşturmakta ve size Cumhuriyet dönemindeki kadının insan hakları mücadelesinin mimarının amacını aktarmaktadır. “Ey kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.”
Son olarak da günümüz Türkiye’sindeki kadının insan haklarını konuşalım sizlerle. 21. Yüzyılda var olan bir toplumda kadının kadın olarak insan haklarını kullanması, sahip olması konusu konuşuluyorsa, tartışılıyorsa hem toplumun genel zihniyetinde hem de devlet yöneticilerinde var olan sorunların birer ifadesidir aslında bu. Kadının birçok sorunu var günümüzde birazdan hepsinden bahsedeceğiz sizlerle fakat kanaatimce Türk kadının bıçak sırtında sahip olduğu yaşam hakkı tartışılmalı önce. Yaşam hakkı insan olmasını geçin her türlü canlıya doğduğu andan itibaren bağışlanan bir haktır. Fakat bizim gibi kavramları ve kültürü yozlaşmış toplumlarda bu hak istenilene verilip istenilenden alınır. Belki çoğunuz için bu dediklerim ağır kaçabilir fakat katil sebeplerle öldürülen kadınlar unutulmamalıdır. Katil sebep tabirini şu yüzden kullanmaktayım toplumda bu sebepler kadının ölmesini normalleştirmekte ve faile yetki vermektedir. Yani bizim sadece failimiz değil sebebimizde katilimizdir. Tabii ki her failin bir katil sebebi mevcuttur bu sebep kadının mini eteği, boşanması, sokakta yürümesi vb.dir. Garip gelmiyor mu sizlere de kadının sahip olduğu bir insani hakkı kullanması gerekçesiyle en kutsal hakkı yaşam hakkından mahrum bırakılması. Peki Türk hukukunun bu katil sebeplere tepkisi ne olmuştur? Bu katil sebeplerin çoğu haksız tahrik sayılmıştır ve bu haksız tahrik katile ceza indirimi olarak geri dönmüştür gerçi Halide ÖZPOLAT davası gibi kadının erkeğe bakmamasının, yemek yapmamasının haksız tahrik olduğu kabul edilen bir hukuki merciden aksi bir kararın çıkması beklenemezdi. Birçok yeni düzenleme ve kanunlar çıkarıldı, ceza kanununa suçun nitelikli hali olarak mağdurun kadın olması eklendi fakat hala toplum eğitilmedi. Kadının korunmasına yönelik belki de en radikal kanun toplum tarafından 6284 sayılı kanun olarak bilinen 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunudur. 8 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe giren bu kanun 11 Mayıs 2011 tarihinde taraf olunan İstanbul Sözleşmesi sonucunda 2011 tarihinde kullanılan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un artık günümüz ihtiyaçlarına cevap vermediği ve kadına yönelik şiddetin artığı gerekçesiyle 4320 sayılı kanunun değişmesiyle kabul edilmiştir. Yani bu kanun maddesinin dayanağı ve esası İstanbul Sözleşmesi’dir. Bir gece ansızın taraf olmaktan çekilinen İstanbul Sözleşmesi ile dayanaksız kalan bu kanunun işlevi sorgulanmalıdır. Kadının yaşam hakkı konusunda demek istediğim son şey ise “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR.” Toplumun her kesimde hor görülen kadının diğer ciddi problemleri ise eğitim alanında, ailede, medeni hakların kullanımında ve çalışma hayatındadır. Eğitim alanındaki sorunumuz maalesef hala kız çocuklarının okutulması noktasında baş göstermektedir. Bu sorun kırsal kesimlere daha ciddi ve iç karartıcı şekildedir. Bu noktada eksik kalmamızın asıl sebebi ne hukuksal ne de fiziksel eksiklik değildir. Bu sorunun asıl sebebi tamamıyla kültürel dogmalardır. Bir kız çocuğunun daha ana okula gitmesi gereken bir yaş aralığında evlendirilmesi başka türlü açıklanamaz zaten. Aile kavramı toplumun en küçük yapı taşıdır. En önemli eğitim merkezidir aslında fakat daha orda öğretilir kız çocuğuna sessiz olması gerektiği, yaşananları sineye çekmesi gerektiği. Bu yüzden kanaatimce kadın sorunun var olduğu bir yerdir aile. Toplumda devam eden dogmatik, sorunlu ve zehirli kültürel yapının ilk uygulandığı yer olduğu için. Medeni hakların kullanımında yaşanan en büyük sorun ise hala bu hakların kullanılamıyor olmasıdır. Hala resmi nikaha gerek duymayıp imam nikahı ile birlikte yaşayıp evlilik kurumunun ona sunduğu haklardan mahrum kalan kadınlar var. Hala 21. yüzyıl Türkiye’sinde özellikle doğu bölgelerinde hala evlenip giden kadının mirasta hakkı olmadığına inandırılan ve bu haklarından da mahrum bırakılan kadınlar var. Hala evlilik için gereken asgari yaşı bilmeyip çocuk gelin olanlar var bu ülkede. Bu sorunlarında da temel sebebi kültürdür hem de. Fakat bu sorunlarda hem hukuksal hem de fiziksel eksiklikten bahsetmekte mümkündür maalesef. Çalışma hayatında yaşanan sorunlar ise hem kanun koyucunun kadına bakış açısına dayanmakta hem de toplumun yaşayış şekline. 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14. Maddesinin 1. fıkrasının 5. bendi kapsamında “kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi veya işçinin ölümü sebebiyle son bulması hallerinde işçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet aktinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir.” İş akdi devam eder iken evlenen kadın işçiye evlenme tarihini izleyen 1 yıl içerisinde kıdem tazminatına hak kazanacağı belirtilmiştir. Yani evlenen kadının çalışma hayatından soyutlanması istemsizce sağlanmıştır. Ayrıca kadının çalışma hayatı içerisinde maruz kaldığı mobbingden tutunda tacize kadar uzanan kadına karşı olan davranış şekilleri kadının iş hayatından soyutlanmasına sebep olmaktadır. Toplumun bu konudaki yaşayış şekline gelirsek eğer toplumun çalışmamasını kadından beklediği aşikardır. Kadının bütün meşguliyeti kocası ve çocuğudur topluma göre. Bu tür kültürel düşünceler başta olmak üzere kadının üstünde olan baskı yıkılmadıkça kadının refaha ulaşması pek de kolay olmayacaktır maalesef. Günümüz Türkiye’ sinde kısaca kadının en büyük düşmanı ataerkil toplumdan kalma ve belli bir kesimin işine yarayan ve zayıf olarak damgaladıkları kadını kısıtlayan, susturan, dogmatik, gelişmeyen kültürel yapıdır.
Türk kadının insan hakları mücadelesi sonucunda yapılan kanuni düzenlemeler nedir?
Senedi İttifakla başlar Türk toplumunun anayasal yolculuğu. Bir misak olan bu belgede kadın haklarına dair herhangi bir düzenleme olmamasına karşın otoriter gücün kendini kısıtlamasının ilk hukuki belgesi olmasından dolayı önem taşır.
İlerileyen zamanlarda ise Tanzimat ve Islahat Fermanı girmiştir Türk toplumunun hayatına. Osmanlıcılık düşüncesiyle şekillenmiştir aslında bu fermanlar. Gayri müslim ve Müslümanlara eşit hak tanınmak istenmiştir. Gayri müslimlerin devlete olan bağlılıkları artırılmak istenmiştir ayrıca. Demokratikleşmenin ilk adımı olan Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) genel olarak insan haklarına değinmiş ve kadınlara dair herhangi bir yenilik getirmemiştir ferman içeriği ile fakat fermanla başlayıp 1876 yılına kadar süren modernleşme ve gelişme süreci içinde kadının insan hakları için reformlar yapılmıştır. Ne kadar yeterli olmasa da. Bu modernleşme süreci içerisindeki diğer ferman olan Islahat Fermanı ise eşitlik kavramının üstünde durmuş ve Osmanlı tebaasının içerisinde var olan millet anlayışını yıkmak ve eşit vatandaşlık hakkına sahip bir toplum yaratma isteği ile kabul edilmiştir. Ferman genel olarak gayri müslim halka yöneliktir ve kadının insan haklarına dair herhangi bir düzenleme içermemektedir. Türk tarihinin ilk yazılı anayasası olan Kanun-i Esasi ise gerek ferman tipli bir anayasa olması nedeniyle gerek o dönemki koşullar gerekçesiyle padişahın birçok hakkını anayasayla koruma altına almış gibiydi. Fakat Kanun-i Esasi insan hakları bakımından oldukça önemliydi bunun sebebi ise insanlar ilk kez devlete ellerinde onların beli haklarının var olduğunu kabul eden bir argümanla karşı çıkabiliyordu. Kişi hakları genel hukuk düzenlerinde en önemli kanun kabul edilen anayasada yazılıydı. Padişahın istemi üzerine verilen bu haklar yine onun istemi üzerine ihlal edilebilirdi. Maalesef ilk anayasamızın koruma altına aldığı haklar padişah lütuflarına veya keyfi uygulamalarına karşı korumasızdı. Ayrıca padişahın meclisi feshetme hakkı da kanuni bir haktı. Çok geçmeden bu hakkını kullanan Abdulhamit devleti 30 yıllık bir istibdat sürecine soktu. 1909 yılında ise Kanun-i Esasi de önemli değişiklikler yapılmış ve ilk anayasamız ferman tipli olmaktan çıkmıştır. Fakat yapılan bu yeni değişiklerde ise insan haklarına çok değinilmemiştir. Kadının insan hakları konusu ise hala Pandora’nın kutusu gibi kapalı bir şekilde ve de üstü mahremiyet örtüsüyle kapatılmış durumda devlet divanlarında açılmayı bekler konuma gelmiştir.
Uzun ve zorlu milli mücadele döneminde kabul edilen 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ise hem çok kısa hem de insan haklarına dayanmayan bir anayasaydı. Bu durumun birçok sebebi vardı fakat en önemli sebebi o dönemdeki başta toplumun ve devletin asıl amacının milli mücadele sürecinden hür bir devlet olarak çıkmaktı. Bu dönemde kabul edilen anayasada bu yüzden insan hakları ve kadının insan hakları konuları göz ardı edilmişti. Bu göz ardı etme durumu çok uzun sürmemişti neyse ki. 1924 yılının Nisan ayında kabul edilen 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani 1924 Anayasası maddelerinde kadının insan haklarına dair ayrı özel bir madde olmasa bile bu anayasanın yürürlükte olduğu zaman boyunca ciddi ve kayda değer adımlar atılmıştır kadının insan hakları konusunda. Bu önemli adımlardan yukarda Cumhuriyet Döneminde kadının insan hakları konusunda değinmiştik. Ayrıca bu süreçte kurulan kadının insan haklarını savunan çeşitli kuruluşlar ve cemiyetler bulunmakta bunlarda devlet tarafından alenen desteklenmektedir. Buna bir örnek vermek gerekirse 1935 yılında İstanbul’da toplanan Uluslararası Kadınlar Birliği’nin 12. Kongresinin bütün masraflarını Türkiye Cumhuriyeti üstlenmiştir. Bu Kongre ile ilgili bir diğer önemli detay ise Kongre için anı pulu basılması olmuştur. Bu davranış biçimi bizim Kongreye ne denli önem verdiğimizi alenen göstermektedir. Size bu pullar hakkında çok küçük ve ilginç bir bilgi vermek istiyorum o da şu ki; İsviçre’deki bir matbaa da 15 pulluk bir seriden oluşan milyonlarca pul basılmıştır. Pulların üzerinde olan tek Türk ise Mustafa Kemal ATATÜRK’ tür. Mustafa Kemal’in resminin olduğu pullarda Fransızca “Türk Kadının Kurtarıcısı” ibaresi yer almaktadır. Kanaatimce bu örnek bile başta dünya kamuoyunda olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kadının insan haklarına dair verilen mücadelede Türk kadınının destekçisi olduğunu gözler önüne sermektedir.
1961 Anayasasında ise insan hakları konusu daha da derinleşmiş ve anayasal düzene yerleşmiştir. Bu anayasa “insan haklarına dayanan devlet” ibaresini kullanmıştır daha ikinci maddesinde. Darbe anayasası olmasına karşın en demokratik anayasadır kanaatimce. Genel olarak bakıldığında insan hakları ana eksen kabul eden 1961 Anayasası kadınların insan hakları konusunda özel bir kanun maddesi getirmemiştir fakat on ikinci maddesinde eşitlik kavramını ele alırken cinsiyet eşitliğini vurgulamıştır. Yani kısacası insan haklarına dayanan devlet anlayışında kadının insan hakları biraz daha geri planda kalmıştır anayasa bazında.
Başka bir darbe sonucu kabul edilen ve toplamda 21 değişikliğe maruz kalan ve hala yürürlükte olan anayasa ise 1982 Anayasasıdır. Bu anayasa insan haklarına dayanan devlet kavramı yerine “insan haklarına saygılı devlet” ibaresini kullanmıştır. 1982 Anayasası 1961 Anayasası’na oranla insan hakları konusunda daha kapsayıcı, eşitlikçidir ve ayrıntılıdır. Fakat hem anayasanın kabul ediliş şekli hem de bu hakların kullandırılış durumuna bakıldığında bu ayrıntılı hakların ne kadar eşitlikçi olduğu sorgulanmalıdır. Türkiye 1997 yılının 12 Aralık tarihinde Avrupa Birliği’ne aday ülke olmasının reddedilmesinin gerekçelerinden birisi de bu ayrıntılı insan haklarının kolluk kuvvetleri tarafından ihlal ediliyor oluşudur. Avrupa Birliğine girme istemi olan Türkiye’nin bu istem doğrultusunda 1982 Anayasası’nda yaptığı birçok değişiklik mevcuttur. Bu değişikler içerisinden en önemli ve en kapsayıcı olanlarından bir tanesi 2001 değişikliğidir. Bu değişiklik eşitlik kavramı üzerinde daha çok durmaktadır. Örneğin İş Kanunu’nda yaptığı düzenlemeler sonucunda aynı işte çalışan farklı cinsiyetlere farklı ödemeler yapılamayacağı kanunen ele alınmıştır. 2004 yıllında 1982 Anayasasında kanun önünde eşitlik kenar başlıklı onuncu maddesine “kadın ve erkek, eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçirilmesiyle yükümlüdür” ibaresi eklenmiştir. Şu an günümüzde uluslararası hukukun iç hukukta yer edinmesine dair ilkeleri içinde barındıran 90. maddeye o tarihte yapılan değişikliklerle birlikte başta CEDAW (Kadına yönelik her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi) olmak üzere temel hak ve özgürlüklere dair uluslararası sözleşmelerin kanundan üstün olması gereği kabul edilmiştir. 2005 yılında yürürlüğe giren Ceza Kanunu ile kadına yönelik yapılan cinsel suçlar düzenleme yapılmadan önceki halinin aksine topluma karşı değil kişilere karşı işlenen suçlar arasında yer almıştır. Genel mantığa ve insan onuruna uyanda düzenlemeden sonraki halidir zaten. Kadının tecavüzünde kadının birey olarak zarar görmesinin değil de toplumun namusunun tehlikeye girmiş olmasının daha önemli olması fikri ürkütücüdür. Avrupa Birliği’ne üye olabilmek amacıyla bu ve bunun gibi birçok düzenleme yapılmıştır 1982 Anayasası’nda yapılan bu değişiklikler insan hakları ve kadının insan hakları konusunda önem taşır. İlk başta bahsettiğimiz savaşın sonucundan önce sebebini inceledik sizlerle peki sonucu ne oldu bu savaşın? Hala bir kazananı yok bu savaşın kanaatimce uzun bir süre de olmayacak. Biz sadece kendi coğrafyamızda değil bütün dünyada kadının insan hakları savaşında başarıyı ve barışı istiyoruz. Bir ülkede kadının sinemaya gidebilmesinin tek yolu 9 yaşından küçük olmasıysa savaş bitmemiştir, bir kadının eğitim hakkı elinden alınıyorsa savaş bitmemiştir, 6 yaşındaki kız çocukları birilerine peşkeş çekiliyorsa savaş bitmemiştir, bir kadın yıllarca düzenli olarak güvenli liman saydığı aile üyeleri tarafından istismar ediliyorsa savaş bitmemiştir, bir kadın, kadın olduğu için sokak ortasında kılıçla öldürülüyorsa savaş bitmemiştir, kadınların telefonlarına acil durumlar için uygulama indirilmesi isteniyorsa bir ülkede üzülerek söylüyorum bu savaş kolay kolay bitmeyecektir. Elimden geldiğince anlatmak istedim sizlere bu haklı mücadeleyi daha yazmak istediğim anlatmak istediğim onca şey olmasına rağmen burada noktalayacağım yazımı fakat şunu asla unutmayın biz inançlı, insani yaşayış biçimi isteyen tarafın yılmaya hiç niyeti yok. Zafer elbet bizimle olacak, korku yerine karanlık sokaklarınızda umut ateşimiz hüküm sürecek.
Pınar KIZILAY